Deniz küçük bir kasabada yaşıyordu. Deniz sakin, içine kapanık ama hayal gücü çok geniş bir çocuktu. En sevdiği şeylerden biri, evinin bahçesindeki eski posta kutusuydu. Kimsenin kullanmadığı, yıllardır orada duran bu posta kutusuna bir gün merakla bakarken, kapağının hafifçe aralandığını gördü. İçinde eski, sararmış bir zarf vardı. Üzerinde tek kelime yazıyordu: “Sana.” Deniz, heyecanla zarfı açtı ve içindeki mektubu okumaya başladı:

“Sevgili Sana,
Gözlerin yıldızlardan daha parlak, kalbin denizden daha derin. Seni hiç görmedim ama seninle tanışmak için sabırsızlanıyorum. Eğer bu satırlar sana ulaşırsa, belki bizim hikayemiz de başlar…”

Deniz’in kalbi hızlı hızlı atıyordu. Kimdi bu “Sana”? Mektuplar devam ettikçe Deniz’in merakı arttı. Her hafta posta kutusunda yeni bir mektup buluyordu, her biri farklı güzellikte, farklı umutlarda yazılmıştı. Deniz, mektupların ardındaki kişiyi bulmak istiyordu ama kim olduğunu bilmiyordu.

Bir gün gelen mektup çok farklıydı. İçinde bir davet vardı:

“Sevgili Sana,
Yarın akşam, güneş batarken eski fenerin yanında buluşalım. Belki gelmezsin ama seni bekleyeceğim. Kelimeler bazen yetmez, gerçek buluşmak gerekir.”

Deniz düşünceliydi. Gitmeli miydi? Korkuyor muydu? Ama kalbi ona gitmesini söylüyordu. Akşamüstü, hafif esen rüzgâr eşliğinde Deniz fenerin yolunu tuttu. Fener deniz kıyısında, ahşap iskeleye bağlıydı. Dalgaların kıyıya vurduğu ses huzur vericiydi. Deniz dikkatle çevresine bakarken, uzaktan bir siluet yaklaştı. Bu, Lina’ydı, kasabanın diğer ucunda yaşayan sessiz ve nazik bir kız.

Deniz çekinerek sordu:
“Sen mi mektupları yazıyordun?”

Lina hafifçe gülümseyerek cevap verdi:
“Evet. Ama onlar bana ait değil. Bu mektuplar, yıllar önce dedem ve ninemin birbirine yazdığı aşk mektuplarıydı. Onlar artık aramızda değil, ben onları sakladım ve düşündüm ki belki başka kalplere de dokunurlar.”

Deniz biraz şaşırmıştı ama içten içe mutlu olmuştu. Lina elindeki kutuyu açtı ve Deniz’e ait yeni bir mektup çıkardı:

“Sevgili Deniz,
Geçmişin sözleri bizden önce yazılmış olabilir, ama kalbim sana yepyeni satırlar fısıldıyor. Bunları birlikte keşfetmek isterim.”

Deniz’in yüzü kızardı. İkisi, fenerin ışığında oturup ayın deniz üzerindeki yansımalarını izlediler. O an yeni bir dostluk, belki de bir sevgi filizleniyordu.

Günler ilerledikçe, Deniz ve Lina sadece mektuplarla kalmadılar; küçük hediyeler, çizimler ve birlikte geçirdikleri anıları paylaştılar. Her mektup kalplerini biraz daha yakınlaştırdı. Bir gün Deniz yazdı:

“Rüzgârın taşıdığı yapraklar gibi, düşüncelerim hep seninle dans ediyor. Güneş doğarken ilk aklıma gelen sensin.”

Lina cevap verdi:

“Seninle paylaştığım her an, gökyüzündeki en parlak yıldız kadar özel.”

Kasabanın yaşlı postacısı Bay Osman, onlara eski ve tozlu bir zarf verdi. İçinde bir harita vardı. Harita, kasabanın yakınlarındaki gizemli Aşk Kuyusu’nu gösteriyordu. Söylentiye göre, kuyudan içen gerçek sevgiye kavuşuyormuş.

Deniz ve Lina, heyecanla maceraya atılmaya karar verdiler. Ormanın içinden, vadilerden geçtiler. Yol zordu, ama birlikteydiler. Yol boyunca korkularını, hayallerini paylaştılar.

Kuyunun yanına vardıklarında, etraf rengârenk çiçeklerle doluydu. Su ay ışığında pırıl pırıldı. İkisi birlikte kuyunun içine baktı, en samimi dileklerini fısıldadı. O an su parladı, gökkuşağı renkleri etraflarında dans etti.

Deniz ve Lina, gerçek aşkın kelimelerde değil, paylaşılan hislerde olduğunu anladı. Kasabaya dönerken artık hayatlarını birlikte yaşıyorlardı. Posta kutusu hâlâ duruyordu; yeni sırlar, yeni aşklar için bekliyordu.

Kasaba halkı geceleri gökyüzüne bakıp onların hikayesini hatırlıyordu. Çünkü aşk, bazen en gizemli ve beklenmedik yollardan gelir.