Bir zamanlar, uzak bir diyarda, yüksek dağlarla çevrili bereketli bir vadi vardı. Bu vadide insanlar, kocaman taşlardan yapılmış dev putlara taparlardı. Vadinin ortasındaki büyük meydanda, altın ve değerli taşlarla süslenmiş putlar sıra sıra dizilmişti. İnsanlar onlara yiyecekler sunar, dilekler diler, hastalandıklarında iyileşmeleri için dua ederlerdi.

O vadide küçük ve meraklı bir çocuk yaşardı. Adı İbrahim’di. Henüz çok küçük olmasına rağmen, aklı hep çalışır, her şeyi sorgulardı. Bir gün annesiyle pazara giderken, meydandan geçtiler. İnsanlar ellerinde yemek tabaklarıyla dev putlara yaklaşarak sessizce dua ediyorlardı. İbrahim annesine dönüp sordu: “Anne, bu taş heykeller neden burada? Neden onlara yemek veriyorlar?” Annesi hafifçe gülümseyerek, “Onlar bizim atalarımızdan kalan kutsal putlardır, oğlum. İnsanlar onlardan yardım ister,” dedi.

İbrahim kaşlarını çattı. “Ama anne, bu taşlar nasıl duyabilir? Nasıl yardım edebilirler? Gözleri, kulakları yok ki, konuşamıyorlar.” Annesi cevap veremedi çünkü İbrahim’in sorusu çok doğruydu. Ama köyde kimse böyle şeyleri sorgulamazdı.

O akşam İbrahim evlerinin önünde oturuyordu. Gökyüzü temiz, yıldızlar parlıyordu. “Belki gökteki yıldızlar bizim tanrımızdır,” diye düşündü. Ama sonra bir yıldız kaydı ve söndü. “Hayır, tanrı böyle kaybolmamalı,” dedi kendi kendine. Sonra parlak bir ay doğdu, her yeri gümüş gibi aydınlattı. İbrahim hayranlıkla baktı, “Belki Tanrı bu aydır.” Fakat sabah olunca ay da kayboldu, güneş doğdu. “Güneş ne kadar güçlü! Belki Tanrı odur.” Ama güneş de akşam olunca battı. İbrahim derin bir nefes aldı, “Hayır, yaratıcı kaybolan, değişen bir şey olamaz. O hep var olmalı.”

İçinde güçlü bir his belirdi, sanki biri fısıldıyordu: “Tek bir Tanrı var… O her şeyi yaratan, her zaman var olan, görünmeyen bir Tanrı.”

Günlerden bir gün köyde büyük bir bayram vardı. Herkes en güzel kıyafetlerini giyip, yiyecekler hazırlamış, davullar çalmaya başlamıştı. İnsanlar bayramı kutlamak için kasabanın dışındaki geniş alana gideceklerdi. Ama İbrahim onlara katılmadı. Çünkü aklında başka bir plan vardı.

Meydanın ortasındaki dev putların yanına sessizce gitti. Orada kimse yoktu. Putlar sessizce duruyordu. İbrahim onlara baktı ve dedi: “Siz gerçekten tanrı olsaydınız, bana konuşurdunuz. Yiyecekleri kendiniz yerdiniz.” Sonra eline aldığı kocaman baltayla putlardan en büyüğü hariç hepsini parçaladı. Baltayı en büyük putun boynuna astı.

Bayramdan dönen köylüler bu manzarayı görünce çok şaşırdı ve bağırmaya başladı: “Aman Allah’ım! Putlarımız kırılmış!” Öfkeli ve şaşkınlardı. “Bunu kim yaptı?” diye sordular. Bazıları hemen İbrahim’i düşündü. Onu meydana çağırdılar. “Ey İbrahim! Putlarımızı sen mi kırdın?” diye sordular. İbrahim sakin bir şekilde cevap verdi: “Belki de en büyük put yaptı, çünkü baltayı onun boynunda gördünüz.”

Köylüler şaşkınlıkla bağırdılar: “Ama o taş! Hiçbir şey yapamaz ki!” İbrahim gülümsedi: “İşte siz de söylediniz. O taş hiçbir şey yapamaz. Ne o büyük put, ne de diğerleri size yardım edebilir. Onlar ne konuşur, ne duyar, ne görür. Peki neden onlara tapıyorsunuz?”

Kalabalık bir anda sessizleşti. Herkes birbirine baktı. Bazılarının yüzünde öfke vardı, bazılarında ise derin bir düşünce belirdi. İbrahim devam etti: “Gökleri, yeri, güneşi, ayı, yıldızları, ağaçları ve bizi yaratan tek bir Tanrı var. Onu göremezsiniz ama her yerde onun izlerini görürsünüz. O bizi her an işitir, görür ve sever.”

İnsanlar derin derin düşündü. İbrahim’in sözleri kalplerine dokundu. Bazıları hâlâ inanmasa da, çoğu putların sahte olduğunu anlamaya başladı.

O gece İbrahim gökyüzüne baktı. Yıldızlar yine parıldıyordu. Elleriyle dua etti: “Ey Rabbim! Beni doğru yola ilettiğin için sana şükürler olsun. Bana güç ver ki, insanlara gerçeği anlatmaya devam edeyim.”

Ve küçük yaşına rağmen İbrahim, köyde hakikati arayanların ilham kaynağı oldu. Onun cesareti ve inancı, yıllar sonra bile anlatıldı.