Eylül o gün okuldan eve döndüğünde hava tam bir sonbahar tablosu gibiydi. Gökyüzü solgun maviliğin içinde sarı ve turuncu yapraklarla dans eden bir rüzgârı saklıyordu. Bahçedeki elma ağacının dalları, olgun meyvelerin ağırlığından eğilmişti. Evlerinin ön verandasında, dedelerinden kalma sallanan sandalye hafifçe ileri geri hareket ediyor, ahşap zeminde tatlı bir gıcırtı bırakıyordu.

Evden tarçın ve karamel kokusu yayılıyordu. Mutfakta anneleri kek yapıyor, çırpma telinin metal sesi çaydanlıktan yükselen buharın tıslamasıyla karışıyordu. Salondaki eski duvar saati “tik tak” diye zamanın ağırlığını hissettiriyordu.

Eylül çantasını odasına bırakırken, farkında olmadan gözleri koridorun sonuna kaydı. Abisi Deniz’in odasının kapısı… aralıktı. Bu, nadiren olan bir şeydi. Deniz odasını her zaman kapalı tutar, hatta kapısının altına süpürgelik kadar kalın bir kitap koyup kimsenin içeri bakmamasını sağlardı. Ama şimdi kapı, hafifçe aralanmış ve içeriden güneş ışığına karışan toz zerrecikleri görünüyordu.

Deniz o gün okuldan sonra basketbol antrenmanına gitmişti. Evde yoktu. Eylül’ün içinde kocaman bir merak dalgası kabardı. Sessiz adımlarla kapıya yaklaştı, başını hafifçe içeri uzattı.

Oda, abisinin dünyası gibiydi. Duvarlarda dünya haritaları, pusulalar, eski model gemi posterleri asılıydı. Raflarda tarih kitapları, denizcilikle ilgili ansiklopediler, minik cam kavanozlarda renkli taşlar duruyordu. Masanın köşesinde, yarım kalmış bir gemi maketi ve yanında ince uçlu fırçalar vardı.

Ama tüm bunların arasında bir şey gözünü aldı: yatağın altından yarı çıkmış, tozlu, eski bir ahşap kutu. Kutunun yüzeyine karmaşık desenler oyulmuştu; dalgalar, bulutlar ve garip hayvan figürleri. Kenarında küçük, sağlam bir kilit vardı. Kutunun üzerinde, solmuş ve kenarı yırtılmış bir etiket: “Açma.”

— “Açma mı?” diye fısıldadı Eylül. “O zaman kesin çok özel bir şey…”

Dizlerinin üzerine çökerek kutuyu tamamen çekti. Avuçlarını yüzeyinde gezdirince ahşabın soğukluğu ve hafif titreşimi hissedildi. Kilit, sıradan görünmesine rağmen sanki canlıymış gibi ona bakıyordu.

Tam kilidi parmağıyla yoklarken, kutunun üzerindeki desenlerden biri—dalgaya benzeyen kıvrım—hafifçe parladı. Bir anda bütün oda dönmeye başladı. Gözlerinin önünde renkler birbirine karıştı; mavi, beyaz, gümüş…

Ayaklarının altındaki zemin kayboldu. Eylül kendini açık havada buldu. Ama burası dünyadaki hiçbir yere benzemiyordu. Gökyüzünde devasa adalar süzülüyor, aralarında gökyüzü balıkları yüzüyordu. Şelaleler boşluğa dökülüyor, sular sis bulutları içinde kayboluyordu.

Arkasından bir ses geldi:
— “Eylül?!”

Döndü. Deniz oradaydı, elinde aynı kutu. Nefes nefese, endişeyle bakıyordu.
— “Sen… buraya nasıl geldin?”
— “Kapı aralıktı… kutuyu gördüm… sonra… buradayım!”
Deniz derin bir nefes aldı.
— “O kutu… ailemizin nesiller boyu sakladığı bir geçit anahtarı. Bu, ‘Rüzgâr Diyarı.’ Sadece çok önemli bir sorun olduğunda açılır.”

Ve gerçekten de sorun büyüktü. Deniz anlattı: Diyarı dengede tutan Ana Rüzgâr Taşı çalınmıştı. Onsuz adalar yavaşça alçalacak ve sonunda parçalanacaktı.

Eylül, tereddüt etmeden,
— “O zaman taşını bulmamıza yardım etmeliyim,” dedi.

Beraberce, sisli vadilerden geçtiler. Vadilerin içinde rüzgâr devleri yavaşça dolaşıyor, her adımlarında hava titreşiyordu. Dev kuşlar onlara rehberlik etti; kanatları o kadar büyüktü ki, üzerlerinde gölgeler oluşuyordu. Fakat bir noktada yollarını kesen Rüzgâr Muhafızları, onları sorguladı. Eylül cesurca öne çıkıp neden geldiklerini anlattı ve güvenlerini kazandı.

Taş, fırtınalı bir adanın zirvesindeki camdan yapılmış bir kuledeydi. Onu çalan, devasa kanatlı gölge yaratığıydı. Yaratık, tüyleri gece gibi siyah, gözleri ise alev rengi parlayan bir varlıktı. Deniz yaratığın dikkatini üzerine çekti, Eylül ise kuleye tırmandı. Tırmanışta rüzgâr öyle sert esiyordu ki, her an aşağı savrulabilirdi. Ama pes etmedi.

Sonunda taşı aldı. Elini taşın üzerine koyduğu anda gökyüzü bembeyaz ışıkla kaplandı. Tüm adalar hafifçe yukarı yükseldi, sular yeniden berraklaştı, gökyüzü balıkları neşeyle yüzmeye başladı.

Rüzgâr Diyarı halkı, kardeşleri altın tüylerle onurlandırdı. Deniz, Eylül’e bakıp gülümsedi:
— “Sanırım artık bu kutunun sırrını sadece ben değil, biz koruyacağız.”

Eve döndüklerinde kutu yine Deniz’in odasındaydı. Ama bu kez kapısı kilitli değildi. Eylül’ün yatağının üzerinde ise o altın tüy duruyordu… ve tüy, hafifçe parlıyordu.