Yağmur, o gün sabahtan beri ince ince yağıyor, damlalar pencerenin camında birleşerek aşağıya ağır ağır süzülüyordu. Dışarıda gri bulutlar gökyüzünü tamamen kaplamış, rüzgâr arada bir öyle sert esiyordu ki, bahçedeki sararmış yaprakları kökünden koparıp havada döndüre döndüre savuruyordu. Bahçenin kenarındaki erik ağacının dalları ıslaktan ağırlaşmış, yere doğru eğilmişti.

Evin içinde ise bambaşka bir hava vardı. Şöminenin çıtırtısı, tavanda asılı eski lambanın titrek ışığıyla birleşiyor, mutfaktan gelen tarçınlı kek kokusu bütün odalara yayılıyordu. Salonda, pencerenin hemen yanındaki ahşap büfenin üzerinde, yıllardır yerinden hiç kımıldamamış büyükçe bir aile fotoğrafı duruyordu.

Fotoğraf, yaklaşık on yıl önce çekilmişti. Eylül o zaman sadece iki yaşındaydı; ağabeyi Aras ise yedi. Anne ve babalarıyla birlikte, kasabanın eski parkında, taş köprünün önünde çekilmişlerdi. Fotoğrafa her baktığında Eylül’ün içi sıcacık olurdu… ta ki o haftaya kadar.

Çünkü son birkaç gündür, fotoğrafa dikkatle baktığında fark ettiği garip bir şey vardı: Sağ kenarda, loş bir gölge içinde belirsiz ama net bir şekilde gülümseyen bir yüz. Ne kadar baksa da, o kişiyi tanımıyordu. Üstelik önceki yıllarda bu fotoğrafa yüzlerce kez bakmış olmasına rağmen, o figürün varlığını hatırlamıyordu.

Bir akşam, fırtına şiddetlenirken, Eylül mutfakta oturan annesine sordu:
— “Anne… bu fotoğraftaki kişi kim?”
Annesi, çorbayı karıştıran elini durdurmadan başını hafifçe kaldırdı.
— “O eski bir baskı hatası, canım,” dedi, ama sesi hafif titremişti.
Eylül, annesinin gözlerindeki o küçük ama net huzursuzluğu fark etti.

Aras, masadan kalkıp fotoğrafı eline aldı. Yüzüne dikkatle baktı, kaşlarını hafifçe çattı ama hiçbir şey söylemeden yerine koydu. Bu sessizlik, Eylül’ün merakını daha da artırdı.

O gece uyku ona uğramadı. Fırtına camlara vuruyor, rüzgâr çatının köşelerinde uğuldayarak dolaşıyordu. Yatağının kenarında otururken, eline aldığı fotoğraf çerçevesindeki o gölgeli figüre tekrar baktı. Bir an… figür göz kırptı. Eylül’ün nefesi kesildi. Sonra dudakları hafifçe oynadı:
— “Beni bul.”

Sabah olduğunda ilk işi Aras’ın odasına gitmek oldu.
— “Bana inanmayacaksın ama o kişi bana göz kırptı,” dedi Eylül.
Aras önce kaşlarını kaldırdı, gülümser gibi oldu ama Eylül’ün yüzündeki ciddiyeti görünce sustu. Birlikte fotoğrafı tekrar incelediler. Arka plandaki taş köprü, eski bir park, ve çok uzakta belli belirsiz yükselen yuvarlak bir kule…

— “Bu Harun Parkı,” dedi Aras. “Kasabanın dışında, yıllardır kimse gitmiyor.”

O öğleden sonra yağmur hafiflediğinde yola çıktılar. Islak yapraklar ayaklarının altında hışırdıyor, hava nemli toprağın kokusuyla doluyordu. Parkın giriş kapısı pas tutmuştu; ittiklerinde gıcırdayarak açıldı. Köprünün altındaki dere hâlâ akıyor ama suyun sesi, etrafı saran sessizlikte çok daha derin geliyordu.

Sis, adımlarını ağırlaştırıyordu. Kuleye yaklaştıklarında, fotoğraftaki yüz onlara gerçek halinde göründü. Uzun paltolu, gümüş saçlı bir adamdı. Sanki yıllardır bekliyormuş gibi gülümsedi.
— “Nihayet geldiniz,” dedi yumuşak ama yankılı bir sesle.
Aras, “Sen… kimsin?” diye sordu.
— “Ben dedenizin kardeşiyim. Yıllar önce bu diyara hapsoldum. Fotoğraf, size ulaşmamın tek yoluydu.”

Adam, hapsolmasının sebebini anlattı: Parkın derinliklerinde gömülü bir sandıkta duran, aile yadigârı sihirli bir cep saati çalınmıştı. Bu saat, zamanı dengeleyen bir anahtardı. Onu çalan karanlık bir gölge, adamı bu sisli boyuta zincirlemişti.

Eylül ve Aras kararlıydı. Parkın derinliklerine ilerlediler, kökleri toprak üstüne çıkmış dev ağaçların arasından geçtiler. Yer yer yolları örümcek ağları kapatmıştı, bazen de eski taş heykellerin soğuk bakışları altında yürüdüler. Nihayet eski bir taş kemerin altındaki tünele ulaştılar.

Tünel karanlıktı; duvarlardan damlayan sular yankılanıyordu. Ortada, iki taş aslan heykeli vardı. Heykeller, gözlerinden soluk mavi ışıklar saçıyor, adeta onları tartıyordu. Tam o sırada Eylül, annelerinin çocukken söyledikleri eski bir aile şarkısını mırıldanmaya başladı. Aslanların gözlerindeki ışık yavaşça söndü, taş pençeler geri çekildi.

İçeri girdiklerinde, odanın ortasında bir sehpa üzerinde duran cep saatini gördüler. Metal gövdesi işlenmiş motiflerle süslü, kapağında küçük bir gümüş tüy sembolü vardı. Aras dikkatle saati aldı, cebine koydu. Tam o anda tünel titremeye başladı, ama bu kez yer yarılmıyor, ışık doluyordu.

Kuleye döndüklerinde, adam saati eline aldı. Bir kez çevirdiğinde parkın üzerindeki sis dağıldı, gökyüzü açık maviye büründü. Çiçekler açtı, dere berraklaştı, kuşlar ötmeye başladı. Adam gülümseyerek kardeşlere sarıldı:
— “Aile bağı, zamanın zincirlerini bile kırabilir.”

Eylül ile Aras eve döndüklerinde fotoğrafa baktılar. Gizemli yüz yoktu, ama çerçevenin köşesine minik bir gümüş saat motifi eklenmişti. Onun hatırası artık aileyle birlikteydi.

Ve o günden sonra Eylül, fotoğrafa her baktığında derinlerde bir şey hissederdi… Bir gün belki başka biri, başka bir yerden, yine “Beni bul” diye fısıldayabilirdi.