Bir zamanlar, altın kumlarla çevrili, çarşıları baharat kokularıyla dolu uzak bir şehirde Alaaddin adında yoksul ama zeki bir genç yaşarmış. Günlerini dar sokaklarda dolaşarak, pazarda küçük işler yaparak geçirirmiş. Bir gün, esrarengiz bakışlı, siyah cüppeli bir adam yanına yaklaşmış:
— Alaaddin… sana büyük bir servet kazandıracak bir işim var, demiş.
Alaaddin kuşkuyla bakmış:
— Servet mi? Karşılığında ne yapmamı istiyorsun?
— Sadece çok eski bir mağaradan küçük bir lamba getireceksin. O kadar…

Adamın söyledikleri kulağa kolay gelmiş. Onun aslında kötü niyetli bir büyücü olduğunu bilmeyen Alaaddin, teklifi kabul etmiş. Birlikte şehrin dışında, kayaların arasında saklı devasa bir mağaranın kapısına gelmişler. Büyücü sihirli sözler fısıldamış, kapı açılmış. Alaaddin içeri girdiğinde tavandan sarkan kristallerin ışığında parlayan altınlar, mücevherler görmüş. Ama büyücü ona sadece bir köşede toz içinde duran eski pirinç lambayı işaret etmiş.

Alaaddin lambayı eline aldığında, mağara aniden kapanmış. Büyücü, kapının ardında bağırmış:
— Lambayı bana ver!
Alaaddin öfkeyle:
— Önce beni buradan çıkar, demiş.
Büyücü, istediğini alamayınca onu orada bırakıp gitmiş. Alaaddin, korkuyla lambayı ovuşturmuş ve aniden mavi dumanlar yükselmiş. İçinden devasa, kolları altın bilezikli, gözleri pırıl pırıl parlayan bir cin çıkmış.
— Efendim, beni çağırdın. Üç dilek hakkın var, demiş cin gürleyen sesiyle.

Alaaddin ilk dileğini düşünmeden söylemiş:
— Beni buradan çıkar!
Cin parmaklarını şıklatmış, Alaaddin bir anda şehirde, evinin önünde bulmuş kendini. İkinci dileğinde, annesine ve kendisine ömür boyu yetecek kadar zenginlik istemiş. Kısa sürede gümüş tabaklar, ipek halılar, altın keseler evlerini doldurmuş. Alaaddin, artık fakir değildi ama kalbinde başka bir dilek daha vardı.

Bir gün sarayda, hükümdarın güzel kızını görmüş. Gözleri yıldızlar gibi parlayan bu kız, Alaaddin’in kalbini çalmış. Ama kızın babası, ona sadece en soylu ve cesur kişilerin layık olabileceğini söylemiş. Alaaddin, üçüncü dileğini kullanmak üzere cini çağırmış:
— Cin, senden… prensesin kalbini kazanmak için bana yardım etmeni istiyorum.
Cin gülümsemiş:
— Kalpler zorla kazanılmaz, efendim. Ama seni ona layık kılacak cesareti ve fırsatı verebilirim.

Cin, Alaaddin’i ihtişamlı bir kıyafete büründürmüş, beyaz atlar çektiği altın bir araba hazırlamış. Alaaddin, saraya gitmiş ve hükümdarın huzurunda cesurca konuşmuş:
— Majesteleri, kızınıza olan sevgimi kanıtlamak için her türlü tehlikeyi göze alırım.
Hükümdar ona üç imkânsız görev vermiş: Bir gece içinde en nadir incileri bulmak, çölde kaybolmuş efsanevi atı getirmek ve krallığı tehdit eden hırsızlar çetesini durdurmak. Cin’in yardımıyla Alaaddin bu görevleri tek tek başarmış, ama her seferinde cesareti, zekâsı ve merhametiyle parlamış.

Görevler bittiğinde prenses Alaaddin’e bakıp gülümsemiş:
— Beni kazanmak için dilek değil, yüreğini kullandın.
O anda Alaaddin fark etmiş ki, üçüncü dileğini çoktan kullanmıştı; çünkü cin ona “cesaret” vermek için dileğini gerçekleştirmişti.

Geriye kalan tek şey, lambayı saklamak olmuş. Alaaddin, cini özgür bırakmaya karar vermiş:
— Bütün bu iyiliklerin karşılığında seni serbest bırakıyorum.
Cin gözlerinde minnetle:
— Bu, sana bin dilekten daha fazlasını getirecek, efendim, demiş ve özgürlüğe kavuşmuş.

O günden sonra Alaaddin, prensesle birlikte krallığı adaletle yönetmiş. Kayıp lamba ise efsanelerde kalmış, ama herkes üçüncü dileğin gerçek gücünün cesaret ve doğru kalplilik olduğunu bilirmiş.