Göl, akşamüstünün o büyülü saatinde, gökyüzünün pembe-mor renklerini üzerine almıştı. Durgun sular, sanki dev bir ayna gibi gökyüzünü yansıtıyor; sazlıkların arasındaki cırcır böcekleri, tatlı bir uyku şarkısına benzeyen sesler çıkarıyordu. Su yüzeyinde hafifçe dans eden nilüfer yaprakları, üzerlerindeki minik damlaları altın gibi parlatıyor; yosun kokusu, çiçeklerin tatlı kokusuyla karışarak göl kıyısına yayılıyordu.

Tam bu sakin manzaranın ortasında, minik ama gururlu bir yaratık oturuyordu: Kurbağa Prens Fiko. Fiko, diğer kurbağalardan farklıydı; başında minicik ama parlayan bir altın taç vardı. Bu tacı, bir zamanlar insan prenses olduğu ve kötü bir büyüyle kurbağaya dönüştüğü için taşıyordu. Efsaneye göre, doğru bir prensesin öpücüğü onu tekrar eski haline döndürecekti. Ancak… işin zor yanı, o doğru prensesi bulmaktı.

Fiko derin bir iç çekti. Minik göbeği hafifçe inip kalkarken, karşısında sazlıklarda dolanan yusufçuk Cip Cip yanına kondu.
— “Fiko, hâlâ o prensesi arıyorsun, değil mi?” diye sordu.
Fiko’nun gözleri uzaklara dalmıştı:
— “Evet Cip Cip. Bazen gölün her köşesini dolaştım sanıyorum ama sonra ‘Ya prenses bambaşka bir yerdeyse?’ diye düşünüyorum.”
Cip Cip kanatlarını hızlıca çırptı:
— “Belki de prenses buradadır ama sen onu tanımıyorsundur.”

Tam o sırada, sazlıkların derinliklerinden parlak bir ışıltı gözüne çarptı. Suya yansıyan o ışık, altın gibi parlıyor, ağır ama zarif bir şekilde ilerliyordu. Fiko’nun kalbi hızla atmaya başladı.
— “İşte bu! Gölde gördüğüm en parlak pullar! Bu kesin prenses olmalı…” dedi kendi kendine.

Hiç düşünmeden, nilüfer yapraklarının üzerinden zıplaya zıplaya ilerledi. Yaklaştıkça, parlak pulların yanı sıra başka bir şey daha gördü… ama heyecandan fark etmediği şey, kocaman ve keskin dişlerdi. Önünde duran, gölün en güçlü avcılarından biri olan timsah Tina idi.

Tina, bir anda karşısında zıplayan küçük taçlı kurbağaya bakıp kaşlarını kaldırdı:
— “Eee… selam?” dedi şaşkınlıkla.
Fiko, göğsünü gere gere:
— “Güzel hanımefendi, size bir teklifim var… Beni öpmenize gerek yok, bu kez ben öpeceğim. Çünkü siz gerçek bir prenses olmalısınız!”
Tina gülmekle öfke arasında kaldı:
— “Öpücük mü? Ben genelde insanları yerim, öpmem.”
Fiko bunu duyunca, onun utangaç davrandığını sandı:
— “Ah, işte gerçek prensesler hep böyle alçakgönüllüdür!”

Ve birden bire… şap! Fiko, Tina’nın soğuk ve pürüzlü yanağına bir öpücük kondurdu.

Tina’nın gözleri fal taşı gibi açıldı:
— “Ne… yaptın sen?”
Fiko geri çekildi, kendi bedenine baktı, ama hâlâ kurbağaydı. Hayal kırıklığıyla:
— “Demek ki… prenses değilsiniz,” dedi.
Tina kahkahaya boğuldu:
— “Hayır tatlım, ben timsahların kraliçesiyim! Ve az önce beni öpen ilk kurbağa oldun.”

Bu sahneyi sazlıkların arasından izleyen göl halkı kahkaha krizine girdi. Yaşlı kaplumbağa Turt Turt, gülmekten gözlerinden yaş geldi:
— “Fiko! Bu sefer de timsahı prenses sandın! Bir dahaki sefere önce dişlere bak.”
Cip Cip kanatlarını kapatıp yere düştü:
— “Senin maceralarını kitap yapmalıyız!”

Ama işin garibi, Tina bu olaydan sonra değişmeye başladı. Normalde huysuz ve mesafeli olan kraliçe timsah, ertesi gün Fiko’nun yanına geldi.
— “Sen bana çok garip bir şey hissettirdin,” dedi Tina. “Çocukken kimseyi incitmek istemezdim. Belki… birazcık, senin cesaretin bana bulaşmıştır.”
Fiko gülümsedi:
— “Demek ki benim öpücüğüm sihirli. Bazen insanları dönüştürmez… ama kalplerini yumuşatır.”

O günden sonra Fiko ile Tina, gölde beklenmedik bir dostluk kurdu. Fiko hâlâ doğru prensesi aramaya devam etti ama artık acele etmiyordu. Bazen Tina ile yarış yapar, bazen sazlıkların arasında saklambaç oynarlardı. Ve göl halkı ne zaman Fiko “prenses arıyorum” dese, hep aynı şakayı yapardı:
— “Aman dikkat et, bu sefer yanlışlıkla su yılanını öpme!”