Evimizin arka bahçesi, benim için sadece ağaçların ve çiçeklerin olduğu sıradan bir yer değildi. Orası, çocukluğumun bütün renklerini saklayan, kokuları ve sesleriyle hafızama kazınmış küçük bir cennetti. İlkbaharda bahçeye adım atar atmaz burnuma gelen taze çimen kokusu, yaz akşamlarında ceviz ağacının yapraklarının hışırtısı, sonbaharda yere düşen sarı yaprakların çıtırtısı… Hepsi, hafızamda büyükbabamla geçirdiğim günlerin birer fon müziği gibiydi.
Bahçenin ortasında, dalları gökyüzüne doğru uzanan yaşlı bir ceviz ağacı vardı. O ağacın gölgesi yazın en serin yerdi. Verandanın bitişiğinde ise eski ama sağlam bir ahşap bank dururdu. Üzerindeki vernik zamanla solmuş, yer yer çatlamıştı ama oturduğunda hafifçe gıcırdayan sesi, bana hep güven duygusu verirdi. İşte biz büyükbabamla, en çok o bankta yan yana otururduk.
Büyükbabam, konuşmayı pek sevmezdi. Ama bu, onun soğuk biri olduğu anlamına gelmezdi. Tam tersine, gözlerinin derinlerinde hep sıcak bir parıltı olurdu. Gözlüklerinin üzerinden bana bakarken, kelimelere gerek kalmadan ne demek istediğini anlardım. Bazen kaşlarını hafifçe kaldırır, bazen dudaklarının kenarına belli belirsiz bir gülümseme yerleştirirdi. Bizim aramızda buna “sessiz anlaşma” derdik.
Bir gün, hafif rüzgâr lalelerin kokusunu bütün bahçeye yayarken, büyükbabam elinde eski bir ahşap kutuyla yanıma geldi. Kutunun üzerindeki minik oyma desenler, sanki bir hazine sandığının kapağını süsleyen şekiller gibiydi. Bana bakıp, kısık bir sesle,
— “Bugünkü sessiz oyunumuz biraz farklı olacak,” dedi.
Kutuyu açtığında içinden onlarca cam bilye çıktı. Her biri başka bir renkti; mavi olan gökyüzünü, yeşil olan ormanı, sarı olan güneşi hatırlatıyordu. Işığa tuttukça içlerinde minik yıldızlar varmış gibi parlıyorlardı. Büyükbabam bana bir yeşil bilye uzattı.
— “Bu senin bilyen. Ne kadar uzağa yuvarlarsan, o kadar çok sırrı öğrenirsin,” dedi.
Oyun basitti ama çok keyifliydi. Bilyeleri bahçede yuvarlıyor, en uzağa giden kazanıyordu. Kaybeden ise kazananın gözlerinden “sessiz bir hikâye” okumak zorundaydı. İlk oyunda büyükbabam kazandı. Karşıma oturdu, kaşlarını hafifçe çattı, sonra dudaklarını büzüp başını salladı. Hemen anladım: Hikâyesinde bir fırtınada yelkenli gemiyi kurtarmaya çalışan bir kaptan vardı. Ona gülümseyerek başımı salladım; mesajı almıştım.
Günler geçtikçe oyunlarımız çeşitlendi. Bazen minik taşlarla kuleler yapar, en yükseğe ulaşanı bulmaya çalışırdık. Bazen iskambil kartlarını masaya dizer, sessizce en güçlü kombinasyonu kim yapacak diye bakışırdık. Ve en önemli kural hep aynıydı: Konuşmak yasaktı. Sadece bakışlar, mimikler, küçük el hareketleri…
Bir keresinde yağmur sonrası bahçede büyük bir su birikintisi oluşmuştu. Büyükbabam elinde kâğıttan yapılmış iki kayık getirdi. Yarışı başlattığımızda ikimiz de ciddi ciddi bakıştık; ama bir noktada benim kayığım takıldı. Büyükbabam bana öyle bir bakış attı ki, bu bakış “İstersen yardım ederim ama karşılığında bir hikâye isterim” anlamına geliyordu. O gün kaybettim ve ona, sadece el hareketleriyle anlattığım uzun bir hikâye borçlandım.
Mevsimler değişti, ben büyüdüm ama o sessiz oyunlar hiç değişmedi. Büyükbabam, bana kelimeler olmadan da sevginin ve anlaşmanın mümkün olduğunu öğretti.
Bir yaz akşamı, güneş turuncu bir top gibi ufka inerken, yine bankta oturuyorduk. Büyükbabam cebinden tek bir bilye çıkardı: Bana ilk gün verdiği yeşil bilye. Avucuma koydu, yüzüme baktı ve hafifçe gülümsedi.
— “Bu senin, ama artık oyunun kurallarını sen belirleyeceksin,” dedi.
O an anladım ki, sessiz oyunlarımız sadece zaman geçirmek için değildi. Onlar, aramızdaki görünmez bağın sembolüydü. Ve bugün bile, o yeşil bilyeye her baktığımda, büyükbabamın gözlerindeki gülümsemeyi görür gibi oluyorum.
Hızlı Masal
HizliMasal.com olarak, size en güzel masalları paylaşmaktan gurur duyuyoruz.
© 2025. All rights reserved.
iletisim@hizlimasal.com