Bir zamanlar, yemyeşil tepelerle çevrili sessiz bir köyde, uzun yıllar çocuk sahibi olamayan bir çift yaşarmış. Bir gün kadın, evlerinin arkasındaki yüksek duvarlarla çevrili bahçede gördüğü, taze yaprakları güneşte parlayan “rapunzel” adlı bir bitkiye öyle bir heveslenmiş ki, başka hiçbir şey yemek istememiş. Fakat o bahçe, kasabanın en gizemli ve korkutucu kişisi olan yaşlı bir kadına, yani cadıya aitti.

Geceleri kocasına yalvarmış:
— Ne olur, bahçeden bana biraz rapunzel getir. Onsuz yaşayamayacağım.
Adam çaresiz kalmış. Gece karanlığında bahçeye gizlice girip birkaç yaprak koparmış. Karısı bunları iştahla yemiş. Ancak ertesi gün bitkiyi o kadar çok istemiş ki, kocası tekrar bahçeye girmek zorunda kalmış. Bu kez cadı onu yakalamış.

— Demek hırsızlık yapıyorsun! diye tıslamış cadı.
Adam korkuyla:
— Eşimin canı bu bitkiyi çekti… Ona zarar vermek istemedim.
Cadı gözlerini kısarak:
— Bitkileri alabilirsin… ama karşılığında doğacak çocuğunu bana vereceksin.

Adam, korku ve çaresizlik içinde kabul etmiş. Aradan aylar geçmiş, kadın güzel bir kız çocuğu doğurmuş. Tam o anda cadı gelmiş ve bebeği kollarından almış. Ona Rapunzel adını koymuş.

Rapunzel büyüdükçe güzelliği dillere destan olmuş. Saçları altın gibi parlıyor, yerlerde sürünüyormuş. Cadı, kimsenin ona ulaşmaması için onu ormanın derinliklerindeki yüksek, penceresiz bir kuleye kapatmış. Kulede sadece yukarıya bakan küçük bir pencere varmış.

Her gün cadı kulenin altına gelir ve bağırırmış:
— Rapunzel, Rapunzel! Altın saçlarını sarkıt!
Rapunzel, uzun saçlarını pencereden aşağı sarkıtır, cadı da onlara tırmanarak yukarı çıkarmış.

Bir gün, ormanda avlanan genç bir prens kulenin yakınından geçmiş. İçeriden gelen güzel bir şarkı duymuş. Şarkı o kadar huzur vericiymiş ki, sesi takip etmiş ve kuleyi bulmuş. Bir süre pusuya yatıp cadının gelişini izlemiş. Cadı gittikten sonra, o da aynı sözleri söylemiş:
— Rapunzel, Rapunzel! Altın saçlarını sarkıt!

Rapunzel şaşkınlıkla:
— Sesin farklı geliyor… Ama neden olmasın?
Saçlarını sarkıtmış, prens yukarı tırmanmış. İlk başta Rapunzel korkmuş, ama prens ona kim olduğunu ve sesini ne kadar beğendiğini anlatmış. Günler geçtikçe, prens sık sık gelmeye başlamış.

Bir akşam, Rapunzel heyecanla cadıya:
— Bana hep saçlarımı nasıl güçlü tutacağımı öğrettin… ama dışarıdaki dünya da çok güzelmiş, demiş.
Cadı öfkeyle:
— Demek dışarıyı gördün! Kim seni ziyaret etti?!
Rapunzel ağzından kaçırmış:
— Bazen pr… prenses gibi biri geliyor…
Cadı, öfkesinden Rapunzel’in saçlarını kökünden kesmiş ve onu uzak, ıssız bir çöllüğe sürmüş.

Ertesi gün prens geldiğinde, pencereye cadı çıkmış. Saçları yukarı tırmanan prens, karşısında Rapunzel yerine cadıyı bulmuş. Cadı onu kule penceresinden aşağı itmiş. Prens yere düşünce gözlerine keskin dikenler batmış ve kör olmuş.

Aylarca kör halde ormanlarda dolaşmış, Rapunzel’in sesini aramış. Sonunda, sessiz bir dere kenarında Rapunzel’in şarkısını duymuş. Sesin geldiği yere koşmuş:
— Rapunzel!
Rapunzel, gözyaşları içinde ona sarılmış. Gözyaşları prensin gözlerine değdiğinde, görme yetisi geri gelmiş.

İkisi birlikte köye dönmüş. Cadı ise bir daha hiç görülmemiş. Rapunzel artık özgürdü ve asıl sorunun cevabını biliyordu: Onu kuleye kapatan, sadece cadının kıskançlığı değil, dış dünyanın güzelliğinden duyduğu korkuydu.