Bir zamanlar, uzak bir krallıkta, gökyüzünün saf mavi olduğu, rüzgârın çiçek kokusu taşıdığı bir yerde bir kral ve kraliçe yaşarmış. Yıllarca çocukları olmamış, her gece yıldızlara bakıp dilek tutmuşlar. Bir ilkbahar sabahı, gökten süzülen beyaz bir kuğu sarayın avlusuna konmuş; o yılın sonunda kraliçe hamile kalmış. Derken bir kış günü, kar taneleri usulca düşerken prenses dünyaya gelmiş. Tenleri kar gibi beyaz, dudakları nar tanesi kadar kırmızı, saçları gece kadar siyahmış. Ona bakınca herkesin yüreği ısınırmış.

Kral ve kraliçe, kızlarının doğumunu kutlamak için krallığın dört bir yanından misafirler çağırmış. En bilge ve iyi kalpli on iki peri de davet edilmiş. Her biri prensesin beşiğinin başına gelmiş ve ona armağanlarını sunmuş: Biri eşsiz güzellik, biri zarafet, biri şefkatli bir kalp, biri bilgelik, biri de şarkı söyleme yeteneği… Diğerleri cesaret, neşe, merhamet ve uzun ömür dilemiş. Her şey huzur dolu görünüyormuş.

Fakat krallığın en karanlık köşesinde, sislerle kaplı bir dağın tepesinde yaşayan on üçüncü peri davet edilmemişti. Zamanında gücü ve gururu herkes tarafından bilinen bu peri, artık unutulmuş ve hor görülmüş. Bu hakaret, kalbindeki karanlığı ateşlemiş.

Kutlamalar sürerken sarayın büyük kapıları birden açılmış. İçeriye soğuk bir rüzgâr dolmuş, mum alevleri titremiş. Kara pelerinli peri ağır adımlarla salona girmiş. Gözleri buz gibi parlamış, dudaklarında zehirli bir gülümseme belirmiş:
— Demek ki bana yer yok… O halde ben de hediyemi sunayım.

Elini havaya kaldırmış, sesi gök gürültüsü gibi yankılanmış:
— On altıncı yaş gününde, eline bir iğne batacak… ve bin yıl sürecek derin bir uykuya dalacaksın!

Salonu korku kaplamış. Tam o sırada davetteki son iyi peri öne çıkmış:
— Lanetini silemem… ama hafifletebilirim. Ölmek yerine, doğru kişi seni uyandırana kadar uyuyacaksın.

Kral, o günden sonra krallığın her yerinde çıkrık ve iğneleri toplatmış, yasaklamış. Yıllar geçmiş, prenses bir çiçek gibi büyümüş. Güzelliği dilden dile dolaşmış. On altıncı yaşına girdiği gün, sarayda büyük bir şenlik hazırlanmış. Herkes mutluluk içindeyken, prenses merakla kalenin en yüksek kulesine çıkmış.

Tozlu, unutulmuş bir odada yaşlı bir kadın ip eğiriyormuş. O, aslında kılık değiştirmiş kara periymiş. Prenses merakla yaklaşmış:
— Bu nedir?
— Gel, dene istersen, diye fısıldamış kadın.

Parmak ucu iğneye değmiş… ve prenses yavaşça yere düşmüş. O an, perinin laneti bütün krallığa yayılmış. Bahçelerdeki güller kapanmış, fıskiyeler durmuş, kuşlar havada asılı kalmış. İnsanlar, atlar, askerler… hepsi aynı anda uykuya dalmış. Saray kapıları dikenli sarmaşıklarla örtülmüş, kuleler sislerle gizlenmiş.

Yıllar yılları kovalamış. Mevsimler değişmiş, krallığın adı bile unutulmuş. Vahşi orman, sarayı içine almış; ağaç kökleri mermerleri sarmış, kuşlar kulelerde yuva yapmış. Bazen dolunaylı gecelerde, sarayın bulunduğu yerde hafif bir ışık huzmesi görülürmüş; rüzgâr, eski zamanların şarkısını taşırmış.

Bin yıl boyunca nice maceraperest bu efsaneyi duymuş, kaleye ulaşmaya çalışmış. Ama dikenli sarmaşıklar kılıçları kırmış, yollarını kaybettirmiş. Cesur olanlar bile geri dönmek zorunda kalmış.

Derken bininci yılın dolmasına az kala, uzak bir ülkenin prensi bu hikâyeyi duymuş. Kalbinde hem merak hem de anlam veremediği bir çekim varmış. Atına atlamış, sisli dağları, taşkın nehirleri geçmiş, ormanın kalbine ulaşmış. Önünde duran sarmaşıklar devasa yılanlar gibi kıvrılıyormuş. Her kılıç darbesinde geri uzuyorlarmış, ama prens yılmamış. Günler süren mücadeleden sonra en yüksek kuleye giden yolu açmış.

Orada, altın saçları yastığa yayılmış, yüzü kar kadar beyaz, dudakları nar çiçeği gibi kızıl bir kız yatıyormuş. O kadar huzurlu görünüyormuş ki, zaman bile onu kıskanmış olabilirdi. Prens, hafifçe eğilmiş ve dudaklarını onun yanağına değdirmiş.

O anda, bin yıllık sessizlik kırılmış. Bahçelerde güller yeniden açmış, fıskiyeler şırıldamış, kuşlar şarkı söylemeye başlamış. Krallık bir anda uyanmış. Uyuyan Güzel gözlerini açmış, karşısında onu bin yıl boyunca bekleyen bakışları görmüş.

Ve böylece, bir lanetle başlayan hikâye, bin yıl sonra bir umutla sona ermiş. Onlar sarayın yeniden doğan bahçelerinde el ele yürürken, güneş, bin yıldır sakladığı ışığını tekrar onlara vermiş.