Deniz, akşam güneşinin altında erimiş altın gibi parlıyordu. Ufuk çizgisi, turuncu ve morun ince bir şeridiyle göğe bağlanmıştı. Dalgalar hafifçe kıyıya vuruyor, kumsaldaki ince kum tanecikleri ay ışığını bekliyormuş gibi sessizce uzanıyordu. Küçük bir sahil kasabasında yaşayan Efe ve Melis, o akşam rüzgârın taşıdığı tuz kokusuyla birlikte bambaşka bir şeyin de yaklaştığını hissediyorlardı.

Efe, meraklı bakışlarını ufka dikmişti. Elinde, dedesinden kalma paslı bir dürbün vardı. Melis ise ayaklarını denize sokmuş, kumların altında minik midyeler arıyordu. O sırada Efe’nin sesi heyecanla yükseldi:
— “Melis! Şuna bak!”
Melis başını kaldırdı. Dürbünden baktığında, açık denizde sisin içinde yavaşça beliren karaltılar gördü. Ada gibi görünüyordu… ama garip olan, geçen hafta o yönde hiç ada yoktu.

Ertesi gün, ikisi küçük sandallarını hazırlayıp denize açıldı. Rüzgâr hafifti, ama dalgalar onları sanki görünmez bir el yönlendiriyormuş gibi o sisin içine doğru çekiyordu. Sis yoğunlaştıkça, etraflarındaki dünya sessizleşti; martılar kayboldu, rüzgârın sesi bile duyulmaz oldu.

Sis dağıldığında, karşılarında gördükleri şey nefeslerini kesti. Yemyeşil ormanlarla kaplı, şelalelerin mavi göletlere aktığı, bembeyaz kumlarla çevrili devasa bir ada ortaya çıkmıştı. Gökyüzünde, başka hiçbir yerde görülmeyen parlak mavi kuşlar uçuyordu. Ama en tuhafı, adada tek bir yetişkin bile yoktu.

Kıyıya vardıklarında, onları onlarca çocuk karşıladı. Üzerlerinde yapraklardan yapılmış giysiler vardı, boyunlarında deniz kabuğu kolyeler sallanıyordu. En öndeki, yaşı Efe ve Melis’le aynı olan bir çocuk öne çıkıp gülümsedi:
— “Ben Aras. Burası Görünmez Ada. Yetişkinler burayı göremez, çünkü burası sadece çocukların krallığıdır.”

Efe ve Melis önce şaşkındı, ama Aras onlara adayı gezdirdikçe büyülendiler. Dev ağaçların dallarına yapılmış evler, deniz kabuğundan yapılmış çalgılar, kendi kendine büyüyen meyve ağaçları… Her şey masal gibiydi. Ama adanın çocuk kralları, son zamanlarda bir sorunla karşı karşıyaydı.

Aras, yüzünü ciddileştirerek anlattı:
— “Her yıl bu zamanlarda, adayı koruyan ‘Işık Taşı’ parlar. Ama bu yıl taş kayboldu. Onsuz ada görünmezliğini kaybedecek ve yetişkinler burayı bulacak.”
Melis hemen sordu:
— “Taş nerede olabilir?”
Aras başını salladı:
— “Son kez kuzeydeki Fırtına Mağarası’nda görüldü. Orası… tehlikeli.”

Efe’nin gözleri parladı:
— “O zaman bizi götür. Taşı birlikte buluruz.”

Üçü, ormana doğru yola çıktı. Gittikçe ağaçlar sıklaştı, dev sarmaşıklar gökyüzünü kapattı. Nehirleri aştılar, kayalıklardan indiler. Fırtına Mağarası’na vardıklarında, içeriden uğuldayan rüzgârın sesi ve su damlalarının yankısı duyuluyordu.

Mağaranın içinde ilerledikçe, karanlık daha yoğunlaştı. Efe el fenerini açtı, Melis ise adım atarken dikkatle taşların üzerindeki yosunları inceledi. Tam taşın parıltısını gördüklerinde, önlerine dev bir gölge düştü. Parlayan gözlere sahip, siyah tüylü, yarasa kanatlı bir yaratık…

Aras fısıldadı:
— “Bu, Taşın Bekçisi. Sadece cesur olanların geçmesine izin verir.”
Bekçi, önlerinde durdu ve tok bir sesle konuştu:
— “Buradan geçmek için üç soruma doğru cevap vereceksiniz. Yanlış cevabınız olursa… sonsuza kadar burada kalırsınız.”

Sorular, hem zeka hem de kalp gerektiriyordu. İlkini Efe, ikincisini Melis doğru cevapladı. Son soru geldiğinde, Aras düşündü, düşündü… ve doğru cevabı verdi. Bekçi kanatlarını açarak kenara çekildi.

Işık Taşı, kristallerin ortasında parıldıyordu. Efe onu dikkatle aldı. Mağaradan çıktıklarında, gökyüzünde gün batımı başlamıştı. Taşı adanın ortasındaki sunağa yerleştirdiklerinde, ada yeniden altın bir ışıkla kaplandı, sis geri döndü ve adanın görünmezliği yeniden sağlandı.

Aras, Efe ve Melis’e sarıldı:
— “Artık siz de bu adanın çocuk kralları arasındasınız.”

Sandallarına bindiklerinde, sisin içinden çıkarken arkalarında adanın silueti yavaşça kayboldu. Ama içlerinde biliyorlardı ki, ne zaman ada onları çağırırsa, tekrar döneceklerdi.